Translate

Ex Oriente Lux(|||)

 Önceki yazılarımızda tarihsel yönüyle birlikte ele aldığımız batı taklitçiliği ve özentiliğini bu yazımızda biraz daha günümüzün sosyolojik durumu üzerinden ele alacağız. Gittikçe yobazlaşan bir düşünce yapısıyla karşı karşıyayız öyle ki bir milletin bir medeniyetin evlatları kendilerine düşman kesilmiş durumdalar. Günümüz gençliği kendi medeniyetine yabancılaşmış kendi değerlerini batılılaşma kisvesi altında değersiz bir yığın olarak görmektedir. Onlar için Avrupa yani batı insanlığın merkezi konumundadır yani her güzel ve iyi şey ancak batının elinden çıkarsa faydalıdır yoksa kendi değerleri kendi örf ve adetleri bunların yanında onlar için yobazlıktır. Birçok alanda maalesef bu durum içler acısı bir şekilde ortadadır fakat özellikle birkaç noktada bu durumu analiz etmek lazımdır. Öncelikle müzik konusunda bu durumu incelemek gerekir çünkü gençlik gittikçe yabancı şarkıların esiri haline gelerek kendi kültürüne ait müzikleri gülünç ve aşağılık bulmaktadır. Çoğu insan farkında olmasa da bile bu durum korkunç bir yıkımın habercisidir. Peki müzik konusu neden bu kadar önemli diye sorulacak olursa bunu şöyle analiz ederiz: her medeniyet içerisinde yaşadığı toplumun duygularına sanat aracılığı ile seslenerek bunları dışa vurur. Her millet üzüntüsünü kederini sevincini heyecanını coşkusunu eğlencesini müzik ile ifade eder bu müzik içerisinde kullandığı ögelerin çoğu o toplumun içerisindeki değerlerdir. Hal böyle olunca müzik bir milletin sanatsal kimliğini temsil eden önemli ögelerden birisidir. Fakat gençliğin ve günümüz insanının ağına düştüğü yabancı müzik hastalığı bizi giderek kendi milletimize ve onun duygularına yabancılaştırmaktadır. Bu durumu eğer çözemezsek ileride artık biz kendi heyecanımızı kendi üzüntümüzü kendi mutluluğumuzu kendi coşkumuzu bize ait değerlerimizle değil batının bize sunduğu değerler ile yaşayacağız yani insana ait değerli duygularımızı kendi benliğimizle değil ikinci el malzemelerle süsleyeceğiz. İkinci bir duruma gelirsek eğer yabancı dil takıntısı giderek ülkemizde korkunç bir hal almaya başlamıştır. Dil bir milletin bağımsınzlığını temsil eden bir kimliktir. Dili olmayan dilini kaybeden milletler yok olmaya mahkumlardır çünkü dil bir kültür aktarım aracıdır bir milletin geçmişi ve geleceği arasında köprüdür işte o köprü yıkılırsa bir millet hazin bir sonla tarih sahnesinden yavaşça silinecektir. Günümüzde dilimiz modernlik adı altında batının işgaline uğramaktadır. Günümüz anlayışında bir insan yüksek bir mevki sahibi  gibi görünebilmek için entelektüel bir kimlik sahibi olmak için mutlaka yabancı dildeki kelimelerin konuşmasında olması gerektiğine inanmaktadır. Bu anlayışa sahip bir topluluk için özellikle ingilizce bilmemek ayıp ve aşağılık bir durumdur. Öyle ki bu insanlar kendi dillerini doğru düzgün konuşmaktan aciz kalmışlardır ve ingilizceyi ya da diğer batı dillerini birer gurur payesi gibi taşımaktadırlar. Kendine ait değerlerle sanatını inşa edemeyen kendi dilini bilerek ve isteyerek asimile eden bir millet dünyadaki en güçlü orduya sahipte olsa çoktan yenilmiş vaziyettedir ve işin daha korkunç kısmı o henüz bu yenilginin farkında dahi değildir farkında olduğunda ise iş işten çoktan geçmiş olacaktır. Ve daha birçok değerimizi ögemizi bu şekilde bilerek kendimiz asimile etmekteyiz ama sorarsanız modern bir toplum inşa ediyoruz. Yazımı Cemil Meriç'in şu sözleriyle noktalamak istiyorum: Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda bir küffar... Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç unutkanlığa bıraktı yerini. Ben avrupalıyım demeye başladı. Asya bir cüzzamlılar diyarıdır. Avrupalı dostları acıyarak baktı ihtiyara ve kulağına: Hayır delikanlı, diye fısıldadılar, sen bir az gelişmişsin. Ve Hristiyan batının göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir nişanı zişan gibi gururla benimsedi aydınlarımız...

Ex Oriente Lux(||)

Önceki yazıda öncelikle yazımızın içeriğini anlatarak milletimizin içerisinde bulunduğu gaflet durumundan kısaca bahsederek bu durumun tarihçesine bir giriş yapmıştık. Öncelikli olarak kültür ve irfan ve de medeniyet bizim elimizdeydi Doğu'nun elindeydi bunların kurucularıydılar batının kendi eseriymiş gibi lanse ettikleri doğu irfanının birer eseriydi. Lakin doğu medeniyeti ki bunun içinde bizde varız bu durum bizim için özellikle Osmanlınin duraklamaya giriş döneminden itibaren düzensiz devlet yönetimi,gelişimin önemsenmemesi,devlet otoritesinin gittikçe düşmesi, deneyimsiz padişahların yönetimi, din adamlarının ve medreselerin yozlaşması, medresede eğitim verenlerin liyakatsizlikleri bunların yanı sıra Osmanlı ekonomisinin gittikçe erimesi ve küçülmesi gibi durumlar medeniyet ışığının bizim elimizden kayıp gitmesine neden oldu. Bu durum karşısında Osmanlı ise devleti kurtarmak için birtakım ıslahatlar yapmaya çalıştı. Bunlar Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyetin ilanı gibi gelişmeler sosyal, siyasi, askeri gibi alanlarda da batı tarzının benimsenmesi gibi gelişmelerdi. Yapılmak istenilenler her ne kadar güzel bir fikirle bir umutla ortaya koyulsa da bunlar bir ülkenin çöküşünü engelleyemedi çünkü Osmanlı hiçbir zaman bu gelişmeleri kendisine uygun hale getirip daha sonrasında kendince geliştiremedi ve bir devamlılık sağlayamadı. Bu dönemin aydınları ise çoğunlukla batıyı sosyal alanlarda örnek aldılar fakat bu durum örnek almanın ötesine artık bir taklitçiliğe ulaşmıştı zamanla yüz yıllarca medeniyetin beşiği olan kendini kültürünü aşağı görüp içerisinde ki pislikleri basit insan hakları, demokrasi, hürriyet, aydınlanma gibi kavramlarla örten batı kültürünü üstün saymaya başladı. Batının teknolojik gelişmelerinden ziyade de sosyal alanlardakileri aldı ve o alanlara yöneldi özellikle edebiyat alanında roman, hikaye, tiyatro, şiir vb durumlarda batıya yaklaşmaya çalıştı fikir ve teknoloji alanı ise boş kalmaya devam etti işte bunlar yüz yıllar boyu ayakta kalan devletin sonunu hazırlayan gelişmelerdi o bir türlü içerisinde var olan özü ortaya çıkaramadı ve en nihayetinde kurtulamadığı zincirlerle birlikte kendi sonunu seyretti ve bununla beraber mağlup bir medeniyet olduk. 

Ex Oriente Lux

 Bu yazıda konuşup üzerine düşünmek istediğim durum Türk halkının gittikçe artarak devam eden bir batı özentiliği ve hayranlığı üzerine olacak. Bu özentilik ve hayranlık durumu bizim milletimizde son 20 30 yılın problemi değildir tanzimattan ve hatta daha öncesinden gelen bir durumdur. Fakat resmi bir başlangıç noktası olarak Osmanlının son yıllarına odaklanarak başlayacağız. Tarihte ufak bir gezintiye çıkarak Osmanlıda 16. ve 17. yüzyıla gitmek istiyorum çünkü bu tarihler günümüzdeki büyük yangının ilk kıvılcım noktaları olarak nitelendirilebilir. Çünkü bu tarihten itibaren devlet artık bir duraklama evresine girerek bir benzetme yapılırsa uykuya dalmıştır. Bu uyku devleti resmen dünyadan kopararak ona kendi içerisinde gördüğü rüyaların gerçek olduğunu zannettirmiştir. Avrupa ya da diğer bir şekildeki adlandırmamızla batı medeniyeti bu tarihlerden itibaren uyuduğu 2000 yıllık uykudan uyanarak zincirlerini bir bakıma kırmıştır. Bizim medeniyetimiz ve devletimiz ise kendisini özgür zannederek hiç fark etmeden kendine zincirler vurmuştur. Avrupa Osmanlının güç zehirlenmesi yaşadığı yıllarda bir aydınlanma yaratıyordu gayet çalkantılı ve uzun  bir süreçle birlikte bunu başarmıştı gerek coğrafi keşiflerle beraber yeni dünyanın keşfi olsun gerek rönesansla birlikte bilim ve sanat alanındaki açılma ve ilerleme ile olsun gerek reformla birlikte otoritesi zaten sallantıda olan katolik kilisesinin etkisini yitirmesi olsun bunu bir aydınlanma çağı olarak adlandırdı. Bu dönemde Osmanlı ilk başlarda hala kendisinin yenilmez olduğunu düşünerek Avrupaya dair izlenimlerini gayet sığ bıraktı çünkü onu bayağı aşağı bir kültür ve medeniyet olarak görüp kendisiyle mukayese etmeyi yakıştıramıyordu. İşte aslında bu nokta bir sonun başlangıcı mahiyetindeydi. Avrupa coğrafi keşiflerle birlikte elinde artık yeni dünyayı bulunduruyordu o artık bir kıtanın içerisine hapsolmak zorunda değildi bu keşiflerle birlikte elinde hiç olmadığı kadar hammadde ve insan gücü vardı bu ona tahmin edemeyeceği bir gücün işaretiydi bu zenginleşme ile birlikte Avrupa insanının refahı artmaya başlamıştı ve bu refahı artan toplum artık bu gücü diğer alanlara yönlendirmek istedi ve bu dönemde doğan burjuva sınıfı Avrupada azınlık durumunda olan yıllarca seslerini çıkaramayan sanat grubuna el uzattı ve bu sanatın desteklenmesi Avrupa toplumuna geniş bir hayat çerçevesi sundu ve bu dönemde aynı zamanda çeviri faaliyetleri ile yıllarca uzak kaldığı kültür ve irfan dünyasını tanımaya başladı. Yıllarca baskılanmış bir medeniyetin hızlı bir değişimi yaşanıyordu ve artık batı doğudan ışığı çalmıştı ve kendisini yüz yıllarca süren karanlığın kirinden arındırmaya çalışıyordu fakat bu arındırma durumu bu dönemde yaptıkları zulümlerle insanlık dışı faaliyetlerle hiçbir işe yaramıyordu. Batı doğudan çaldığı ışıkta bir şeyi eksik bırakmıştı o da merhamet ve insanlık duygusuydu bugün bakmayın batının insan hakları adalet gibi kavramların kurucusu olarak sayıldığına onlar yıllarca kirlettikleri bedenlerini ancak bu şekilde saklayabilirlerdi. Bu kısım bir giriş mahiyetinde oldu Avrupanın kısaca gelişimi ve bu gelişimin neler üzerinden nasıl olduğunu ve bizim medeniyetimizin eksikliği üzerine düşündük. Bir sonraki kısımda bizim medeniyetimizin bu dönemlerdeki durumunu ve Osmanlının batının üstünlüğünü kabul etmesiyle birlikte ortaya çıkan gelişmelerin neler olduğunu ve bu gelişmelerde nerede hata yapıldığını yazacağız.

Birkaç düşünce üzerine(|||)

 Önceki yazımızda insanın doğasının hayatının tamamen bir hiç ve değersizlik içinde olduğunu reddetmiştik ve eğer bu durum kabul edilirse ve buna göre bir yaşam sürülürse buna herhangi bir eleştiri getirmek bir haksızlık çünkü şahsi fikrimce insanın var olan düşüncelerden yönelebileceği ancak iki seçenek vardır ya tam anlamıyla bir nihilist ya da bir teist. Bu iki düşünce arasında kalan tüm fikirler temelsiz ve sağlam olmayan yapıdalardır ve yalnızca boş birer temenniden ibaretlerdir. İşte bizde hayatın amacını sorgularken bu iki düşünce üzerinden sorguluyoruz ve karşımıza iki seçenek çıkıyor ya amacımızın var olduğunu kabul ederek bunu tanrıya dayandıracağız ya da amaç ile birlikte hiçbir değerin olmadığını kabul ederek her şeyi reddedip bir nihilist olacağız. Hiçlik kavramını daha sonradan detaylı bir şekilde sorgulamak üzere önceki yazımızda bunu kısaca reddetmiştik çünkü insanın canlılar içinde özel bir yeri olduğunu insana ait somut ve soyut iki dünya olduğunu insanın kendine dönük bilinç sahibi olduğunu ve bunların tamamının tek bir elden direkt hiçlik olarak değerlendirilmesinin bir haksızlık olduğunu vurgulamıştık. Elbette bunu haksızlık ya da yanlış veya saçma olarak değerlendirmem bu insanların temelsiz olduklarını ortaya çıkarmaz çünkü biz burada bir şeylerin var olduğunu kabul ederek bir itirazda bulunuyoruz diğer düşüncelere halbuki nihilizm boyutunda herhangi bir şey kabul edilmez o yüzden amaç konusu üzerinde bu düşünceye karşı büyük ve doğrudan bir eleştiri yapılamaz yapılırsa fazlasıyla saçma olur. Bunlardan sonra tekrardan kendi düşüncemize yönelelim. Bizim yola çıktığımız yer insanın yukarıda da ve daha öncede bahsettiğimiz bir takım özelliklere sahip olması ve bunların neden olduğu ve amaç dediğimiz kavramın da ancak bu özelliklerden doğabileceğini fakat ne ile temellendirilebileceğiydi. Hayatta amacın varlığını ancak bir tanrı varsa temellendirip kabul edebiliriz çünkü diğer birçok farklı fikirlere sahip olan insanların bir kısmı da hatta çoğu bir amacın olduğunu söyleyip kabul ediyorlar lakin ellerindeki argümanlar rasyonel bir kesinlikle kabul edilebilecek türde değil o yüzden bunlar yalnızca boş bir temenni halinde kalıyorlar. Eğer tanrı yoksa yaptığım hiçbir eylemin herhangi bir değeri ya da anlamı olamaz bu duruma basitçe vicdanın varlığı üzerinden bir eleştiri getirelemez çünkü insan vicdanı gayet kolay bir şekilde hem dışardan hem içerden manipüle edilebilir niteliktedir o yüzden bu itiraz fazlasıyla havada kalır ayrıca vicdan nesnel değildir o yüzden objektif bir amaç ve de objektif bir değerden bahsedemeyiz. Ya da işin içine doğayı katamayız çünkü doğa dediğimiz kavram herhangi bir insana karşı bilinçli eylemde bulunmaz doğa kesinlikle betimsel de değildir normatifte değildir o yüzden buradan da herhangi bir değer ya da amaç çıkarılamaz. Hayatın amacı genel hatlarıyla belirlenmiş olmalıdır ancak bu sınır içinde insan farklı durumları kendisi yaratabilir. Hayatın amacı neden objektif olmalıdır denilirse eğer şöyle bir açıklama getirebiliriz. Hayat insanın elinde olan ve içinde yaşadığı varlığını sürdürdüğü insan için en üst noktada konumlanan bir kavramdır ve bu noktada olan bir durumu kişilerin insiyatifi dahilinde anlamlandırmak anlamsız ve imkansız olur. Hayatı ancak insanın üstünde olan bu hayatın dışında insanın bütün yönlerinden üstün bir kavramla açıklayabiliriz anca o zaman açıklamamız objektif olur. İlk yazımızda da söylediğimiz gibi amaç sonrya dönüktür hayatın amacı hayatın içerisinde değil ancak sonrasında olabilir ve eğer bir amaç olduğunu iddia ediyorsak bunu hayatın içerisinde var olduğunu savunmak boş bir anlayıştır ve amacın tanımına da terstir. Bu sonraya dönük amacı da işte ancak tanrının varlığı ile temellendirebiliriz eğer tanrı yoksa yapılan hiçbir iyiliğin yapılan hiçbir kötülüğün emek verilen herhangi bir şeyin kesinlikle bir anlamı ya da değeri ve de amacı yoktur yalnızca umularak bir yol izlenir ve hayat dediğimiz mefhum bütün bu temennilerin bütün ummaların üstündedir hayatı kişisel bir temenni olarak görmek öylesine bir yaşam ve vasat bir anlayıştır hayatın bu kadar basit olduğunu savunmak. Kendisini bu kadar değerli görürken insanın varlığının mekanını kişisel bir noktaya indirmek yalnızca bir saçmalıktır. Son olarak değinmek istediğim diğer bir nokta ise teizm ve nihilizm arasındaki düşünceye sahip birçok insan dünyanın kötülüğünen bahsederken yaşadığı bu dünya içinde bir amacı araması saçmadır çünkü değersizlikten ancak değersizlik doğar hayat içinde var olan neyse olacak olan da odur işte bu yüzden amaç hayat dışında değerli bir mefhumda aranabilir ve o da ancak tanrıdır.

Birkaç düşünce üzerine(||)

 Önceki yazımda öncelikle insan hayatının bir sorgulama süreci üzerine kurulu olduğundan ve bu sorgulamanın hangi soruyla başlayıp hangi süreci izlediğinden kısaca ve genel anlamda bahsetmiştim. Ardından bu sorgulama sürecinin en değerli noktasının daha doğrusu zirvesinin ise hayatın amacının var olup olmadığının sorgulanması olduğunu söyleyip bu soruyu bir kez daha yönelterek tekrardan düşünceleri gözden geçirmeyi hedeflemiştim. Gerçekten de hayatın bir anlamı var mıdır varsa neden vardır ve nedir yoksa neden yoktur bunları kendi çapımda kendimce şahsi düşüncelerimle yorumlayacağım. Öncelikle bir cevap vermeden önce bizim amacın ne olduğuna yani bu kelimenin tanımına dair konuşmamız gerekir öncelikle amaç derken neyi ya da nereyi kastettiğimizi anlamalıyız ki vereceğimiz cevabın temelleri sağlam olsun. Amaç dediğimiz şey eylemlerin yapım nedenleridir örneğin bunu basit bir cümleyle örneklendirebiliriz "Kilo vermek için diyet programına başladım" bu cümlede ki amaç kilo vermektir yapılan eylem ise bir programa katılmaktır yani amaç eylemlerin sonrasına yönelik bir durumdur amaç düne ya da bugüne değil yarına aittir o yüzden amaç yapılan eylemin yapıldığı anda aranamaz ancak eylemin yapılışından sonraki süreçte aranabilir. Bunların yanında amaç dediğimiz kavramı yalnızca çok üst düzey anlamlarda aramaya da gerek yoktur insanın olduğu her yerde bir amaç söz konusu olabilir kimi zaman en basit eylem bile bir amaç ifade edebilir ya da yıllar boyu uğraşılan üzerine düşünülen bir durumda da olabilir. Fakat yine de amacın en genel durumu en değerli ve en evrensel konumu hayatın amacının neliği ya da varlığı üzerine yapılan sorgulamadır. Bizim de ele alacağımız durum hayatın amacı üzerinedir yukarıda genel hatlarıyla amaç üzerine konuştuktan sonra artık asıl konumuza gelebiliriz. Önce başlayacağımız nokta bu hayatın neden bir amacı olduğu ya da olması gerektiği üzerine olacak. İnsan bilinen canlı hayatı içerisinde en gelişkin özelliklere sahip en donanımlı canlıdır ve diğer canlılardan ayrılan bir bilinç haline sahiptir ve aynı zamanda bu bilinç tek yönlü değildir sahip olduğu bilinç hem dışarının farkında olup aynı zamanda da kendisi üzerine bir bilgiye sahiptir yani kendine dönüktür kendisinin farkındadir. Bu özelliğiyle iki farklı dünyaya sahiptir. Birincisi gözüyle gördüğü somut maddelerin olduğu nicel özellikler barındıran dış alem ikincisi ise bu dünyanın onda bıraktığı izlenimlerini de katkısıyla kendi bilincinin kendisi üzerine düşündüklerinin ürettiklerinin olduğu iç alem işte insan diğer hiçbir canlıda olmayan geniş bir anlama ve görme çerçevesine sahiptir. Burada biraz bu durum üzerine tefekkür etmeyi gerekli buluyorum çünkü bu durum yalnızca üç beş paragrafla anlatılıp geçilecek basit bir durum değildir insanın insan olmasını sağlayan yegane durumlardan birisidir hatta insan tanımının içeriğini yaratan bir durumdur. Şimdi burada biraz bu durumu da düşünerek kafa yormak gerektiğine inanıyorum ve düşünüyorum eğer bizler bu dünyaya fırlatılmış şans eseri tesadüfen burada olan yalnızca atom yığınlarından ibaretsek sahip olduğumuz bu bilincin ne gibi bir anlamı ya da değeri vardır ya da biz bu bilinci neden kullanalım eğer yalnızca öylesine buradaysak bu değerli durumun hiçbir anlamı yoktur o halde düşünmenin de hareket etmenin de yaşamanında hiçbir manası yoktur eylemlerimizin ahlaki açıdan hiçbir değeri yoktur tamamen bir hiçtir olan herşey. Fakat sahip olduğumuz bu farkın sahip olduğumuz bu çerçevenin yalnızca bir hiç ve öylesine bir durum olduğunu kabul etmek ve de inanmak yalnızca koskoca bir saçmalıktır. Sadece sahip olduğu hiçlik ve değersizlik düşüncesinin dogmalaşmış olmasıyla ilgilidir bu reddetme durumu. Hiçlik bu kadar basit manada kullanılabilecek ya da direkt kabullenilecek ya da fanatikliği yapılacak bir konum değildir. O yüzden kesin hiçlik noktasının sağlıklı bir düşünce olmadığı kanaatindeyim. İlk olarak burada insanın sahip olduğu ayrı ve özel halin reddedilmesi ya da basite indirgenmesi üzerine bir reddetmede bulunduk bir sonrakinde ise bu reddetmeden sonra varılacak noktanın ne olduğu ve neden orası olduğu üzerine bir sorgulama ve düşünce dünyası yaratacağız. 

Birkaç düşünce üzerine

 Bir şeylere başlamak fazlasıyla kolay ve bir o kadar da zor  bir iş aslında hele de insan kendine ait bir şeyleri sunacaksa ve aktaracaksa bu durum daha içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bende o yüzden bu çıkılmaz girdabın içinde debelenmektense içimden geçenleri az çok belli başlı sınırlar dahilinde yazmaya başladım. İlk olan her şey her zaman farklı bir heyecana sahiptir o yüzden unutulmaz olur ilk yapılan her şey belki başarılı olmasa da unutulmaz bir yere sahip olur. Bu yüzden belki bu yazıyı kimse okumasa da ya da birçok kişi okusa da bende her zaman güzel bir hatıra olarak kalacaktır. Başlamak istediğim nokta aslında her şeye bir giriş niteliğinde olsun isterim uzun bir yola atılan bir adım ve aynı zamanda yazının bir sorgulama durumuna sahip olması fazlasıyla önemlidir. O yüzden giriş olarak ne sorusundan başlamak istiyorum çünkü bu soru insan hayatının ilk sorusudur en evrensel sorudur bir tanımlama ihtiyacını belirterek bir öğrenme süreci oluşturabilir ve aynı zamanda bunlar sayesinde de gelişimin ve ilerlemenin anahtarı sayılabilecek nitelikte görünüşte gayet basit lakin barındırdığı anlamlarca büyük bir sorudur.ne sorusu insanın yaşamının başından sonuna dek eşlik eden  bir ögedir insan doğuştan gelen bir gelişime açık potansiyele sahiptir ve bunun ilk aşaması da işte bu soruyla başlar insan önce çevresine karşı  bir sorgulamaya başlar belirli nesnelerden başlayarak zamanla nesne sayısını ve soru sayısını arttırır ve bu dışadönük sorgulama süreci en sonunda insanın kendi bilincini kendi fark etmesiyle başka bir seviyeye gelir bu seviyede de karşımıza tekrar ne sorusu çıkar bu sefer sorgulananlar daha çok hatta neredeyse tamamı soyut boyut üzerine olur kendi içine dönük bir dönemdir ve belki de insan hayatının en değerli dönemleridir çünkü insan burada sorguladıkları ile gelecek hayatına yön verecektir işte buradan da insanın asıl sahip olması gereken bilginin soyut dünyanın bilgisi olduğunu çıkarabiliriz. Bu sorgulamaların bir yerden sonra varacağı ilk noktalardan birisi ise ve belki de ilk noktası amaç üzerine bir tefekkür halidir. İnsan var olduğu sürece bir içinli cümle kurma hevesindedir daima bir olay için başka diğer bir olayı halletmeye başarmaya çalışır insan için amaçsız bir an yoktur amaç illa çok büyük idealler uğruna olması gerekmez bazen çok basit durumlar içerisinde de amaçlar kurabilir. Bu amaç sorgulamalarının en üst noktası ise hayatın bir amacının olup olmadığı üzerine yapılan sorgulama halidir. Çünkü insanın insan olması ancak bu yaşam iledir sahip olduğu her şey ve kendi varlığı bu yaşama hayata bağlıdır o yüzden insan ilk dönemlerinden beri daima bunun az ya da çok farkında olmuştur ve hep bunun üzerine basit ya da karmaşık şekillerde düşünmüş kafa yormuştur. Bu sorgulamayı bizlerde bende ya da yazıyı okuyan herhangi biride mutlaka yapmıştır çünkü yaşam ve merak insan doğasının yegane taşlarından birisidir ve bu sorgulamada bu iki önemli ögeyi içerdiğinden dolayı daima ilgi çeken bir noktada olmuştur. İşte şimdi bu değerli soruyu tekrardan burda soralım hayatın bir amacı var mıdır?

Ex Oriente Lux(lV)

Günümüz insanının büyüsüne kapıldığı ve zehirlendiği iki kelime vardır modern ve özgürlük bu iki kelime insanları gizli bir köle olarak yeti...